Hepimiz, “Türkiye’yi Euro 2012’ye kim hazırlayacak” sorusunun yanıtını bekliyoruz. Çeşitli kaynaklara göre Trapattoni’yle Hughes gündemdeler ve (eğer doğruysa) bu isimler bize yine kritik sorularımızın doğru cevaplarını bulamadığımızı düşündürüyor. Galiba bulamamamızın en önemli nedeni de, doğru soruları soramayışımız.
Turnuva istikrarı sorunu
Sanırım gündemimizdeki en popüler soru, “Bizi turnuva istikrarına kim kavuşturabilir?”. Genel kanıya göre, bazı şampiyonalara gidip iyi işler yapıyoruz, ama son 8 turnuvanın 4’üne iştirak edebildiğimize göre istikrarsız bir yapımız var.
Eğer bu iddia doğruysa, Avrupa’da istikrarlı sadece 12 ülke var! Çünkü 53 UEFA üyesi içinde son 8 turnuvaya bizden (4’ten) fazla katılmış ülke sayısı bu. Trapattoni’nin İrlandası milenyumda yalnızca bir turnuvada var (2002). 1996-2010 döneminde Rusya-Romanya 4, Belçika-Yunanistan 3, Norveç-İskoçya 2, Ukrayna 1 büyük turnuvaya gidebildiğine göre onları da istikrar kelimesiyle yan yana düşünemeyiz!
Üstelik Türkiye son 5 turnuvada 3 çeyrek gören yalnızca 8 ülkeden biri olmuş (Portekiz, Fransa, İtalya, Hollanda, İspanya, Almanya, İngiltere ve Türkiye). Aynı dönemde 2 kez son dörde kalmışız, bunu başaran ülke sayısı da sadece 6 (Portekiz, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda ve biz)… Ve hâlâ genel kanıya göre istikrarsızız, çünkü kamuoyu 8 turnuvanın 8’inde de (bilemedin 7’sinde) yer almamızı bekliyor, böyle bir şeyi sadece 7 dünya devi yapabildiği halde: İspanya, İtalya, Almanya, Fransa(8) , Hollanda, Portekiz ve İngiltere (7 turnuva).
O zaman galiba şu yanılgıyı düzeltmemiz gerek: Turnuva istikrarsızı değiliz. 1996 sonrası, yani ana futbol haritasına katıldık katılalı, bu oyunun önemli oyuncularından biriyiz. Büyük turnuva istatistiklerimiz 7 Avrupa deviyle kafa kafaya gidiyor. O yüzden en iyi hocaları getirebilecek marka değerine de sahibiz.
Ekol ve iskelet sorunu
Daha önce de değinmiştim, gündemimizdeki popüler sorulardan bir diğeri, “Hangi hoca, bize bir takım iskeleti kazandırabilecek?”. Bu da başka bir yanılgı; çünkü hangi hoca gelirse gelsin, var olan Volkan, G.Gönül, Servet, Hamit, Emre, Arda ve Tuncay iskeletine muhtemelen dokunmayacak.
Yeni hocadan “ekol beklentisi” de çok anlamlı değil, zaten bizim İsviçre gazeteleri tarafından “Türkler otobüse binmeden maç kazanılmış sayılmaz” sözüyle özetlenmiş, vazgeçmeyen bir stilimiz var. C.Ronaldo, Euro 2008’de Türk futbolunu sert ve mücadeleci olarak tanıdığını söylemişti. Simon Kuper de son kitabı “Soccernomics”te, mücadeleci tarzımıza Hollanda stili pası ve Alman stili disiplini ekleyerek önümüzdeki 10 yılın favori ekolünü oluşturduğumuzu iddia ediyor! O zaman yeni hocadan iskelet ve ekol dilenip enseyi karartmaktan vazgeçmeliyiz, dışarıdan bakınca gayet şekilli duruyor milli takımın futbolu.
Yeni hocadan ne beklemeli?
O zaman klişe meseleleri bir kenara bırakıp, şu sorunun cevabını aramalıyız: Yeni hocadan ne beklemeli? Onunla Türk futbolunun önümüzdeki 10 yılını konuşurken, turnuva istikrarı, ekol ve takım iskeletinden gayrı ne söylemeli?
4 yıllık tatlısı çok tatlı/acısı çok acı Terim döneminden çıktık. Bu dönemdeki sorunlarımızdan ilki “milli takım kulübü” oldu. Tekke, Gökdeniz, Toraman, Topuz gibi bazı isimler kulübün dışında kaldı. Öyleyse yeni hocayla konuşulabilecek ilk konu “birleştiricilik” olabilir.
Reid ve Delap’i dışarıda bırakan, M.City’deki süper formuna rağmen Ireland’ın milli takıma dönmeye hazır olmadığını söyleyen Trapattoni’yle bu konular konuşulabilir mi şüpheliyim! Orta sahasını üç tane ikinci lig oyuncusundan kuran, “30 yıldır bu işin içindeyim, 21 kupa kazandım ve ne yapacağımı gayet iyi biliyorum” diyen bir hocaya (muhteşem kariyerinin önünde eğiliyor ve karakterine sonsuz saygı duyuyor olmamıza rağmen) şu aşamada hazır olduğumuzu zannetmiyoruz. Bu noktada Terimattoni, pardon Trapattoni değil bizim aradığımız.
Ağır mesai
Son 5 yılda hem Anadolu hem de Avrupa topraklarında kayıplar yaşadığımızı biliyoruz. M.Özil meselesini sündürmek istemiyorum ama bugün Serdar Taşçı da, Gökhan İnler de, Malik Fathi de, Eren Derdiyok da milli 11’imizin mühim kayıplarıdır. Ayrıca burnumuzun dibindeki Mustafa Sarp 26 yaşından önce A milli olabilmeliydi, Gökhan Gönül Süper Lig’e transfer olmadan önce bir kez olsun U21 forması giyebilmeliydi…
Öyleyse yeni hocayla konuşulacak bir diğer önemli mesele de, ağır ve uzun vadeli mesai mecburiyeti… Hem Almanya, Hollanda, İsviçre gibi kaynaklarımızdan, hem de alt yaş gruplarındaki performanslarını yukarıya taşıyamayan altyapımızdan doğru ürünleri alabilmemiz için ulusal takım hocasını bir hafta sonu Berlin, bir sonrakinde Diyarbakır, bir diğerinde Amsterdam tribünlerinde görmemiz gerek. Bu açıdan da seçeceğimiz hocanın Feldkamp, Aragones veya Trapattoni gibi yaşça kıdemli olması bir dezavantajdır. Hughes gibi en kısa zamanda Premier Lig’e dönmeyi amaçlayacak genç bir hocanın da bu tarz uzun vadeli planlara kafa yorması çok iyimser bir beklenti olur.
İsim meselesi
Aslında milli takıma Van Basten, Klinsmann ya da Queiroz, hangisi gelirse gelsin; birinci meselemiz hocanın ismi değil. Çünkü altyapı ve Avrupa organizasyonunu geliştiremezsek, her yıl U21 hocamızı değiştirmeye devam edersek, 4-5 ülkeye yayılan kaynaklarımızı 4-5 ofis, 4-5 hocayla idare etmeye çalışırsak hep bir tarafımız eksik kalacak.
Korkarız ki Euro 2016’da (belki de Kayseri’de) Almanya, İsviçre, Hollanda ve Türkiye aynı grupta buluşacak; her maçımızda sahaya çıkan 27-28 Türk asıllı futbolcudan yalnızca 23’ü bizim kulübede olacak. Belki de turnuvanın en iyi 11’ine Oğuzhan Özyakup (Hollanda), Taner Yalçın (Almanya), Veli Kavlak (Avusturya) veya Murat Ural (İsviçre) gibi isimler girecek, ama yazık ki onları sadece isimlerinden tanıyacağız.
Facebook
Twitter
Pinterest
Instagram
YouTube
RSS