Yunanistan’ın Euro 2004 zaferi sonrası futbolda yeni bir dönem başladığını düşünmüş, yeni yüzyıla Rehhagel zihniyetinin hâkim olacağına dair endişe duymuştuk. Aynı dönemde Mourinho’nun da Chelsea’yle sergilediği 1-0 uzmanlığı, kaygıyı artıran bir unsurdu. Yeni asrın bir sonraki 5 yılında durum biraz değişti, Barcelona/İspanya ikilisinin olumlu futbolla aldığı iyi sonuçlar, rüzgârı “savunma çağı”ndan “pas çağı”na çevirdi.
Afrika’2010’sa Barcelona’dan çok Rehhagel’i hatırlatan bir görüntüyle başladı; bir çalım atmadan, üst üste 5 pas yapmadan turnuvayı bitiren takımlar oldu. O açıdan da Gana’nın böyle bir ortamda olumlu bir futbol oynaması son derece mutluluk verici. İkinci tur bileti için sadece 1 puana ihtiyaç duyan Afrika temsilcisi, sahaya yine 3 forvetle çıkmaktan imtina etmedi; maçın her anında da skor arayışını sürdürdü. Yenildiler, grubu 4 puanla bitirdiler, (elenebilirlerdi de)… Ama bu Gana’nın Slovenya’yla aynı puanı topladığını göz önüne alınca kısa turnuvaların bazen çok adaletsiz olduğunu düşünmeden edemiyor insan.
Turnuvanın bu tutucu haline isyan eden esas adamsa Mesut Özil’di. Avustralya önünde solo yapan Mesut, Sırplara karşı (takımı 10 kişiyken) Podolski’ye iki tane “al da at” pası vermişti. Dün de sahadaki 22 adamdan farklıydı, bu kez farkını attığı harika golle gösterdi. Bu turnuvada Mesut, “sıradan adamı özel adamından 22 kat fazla Almanya”yı nereye kadar götürebilir bilemiyoruz, ama şunu artık galiba kesin olarak biliyoruz: Löw haklıydı. Mesut, çok spektaküler hareketler yapmıyor, ondan topuk ya da röveşata tarzı işler izlemeyeceğiz. Ama basit işleri inanılmaz bir ustalıkla sahneliyor. O, gerçekten de “sadeliğin ustası”… Ve yeryüzünde sadelikte bu kadar usta çok fazla adam yok.
Facebook
Twitter
Pinterest
Instagram
YouTube
RSS