
Milli takım, yine bir Terim dönemi klasiğine imza attı geçtiğimiz hafta: FIFA sıralamasının 90’ıncısı, yani Sudan, Haiti, Ruanda gibi ülkelerin altında yer alan Letonya’yı yenemedi. Ardından son iki Dünya Kupası’nda ilk üçe girmiş Hollanda’yı sürklase etti. Peki nedir bu işin sırrı? Bu ulusal takım neden zayıf rakipleri alt edemeyip, büyük maçları kazanarak yoluna devam edebiliyor? Özellikle zayıf rakipleri geçemememizdeki sır ne?
Hayatta her alanda, kendinden zayıf rakiplerle karşılaşmak ve bu rakibe karşı uygun psikolojik hazırlığı yapmak, başlı başına bir yazı konusu. Ama yine de burada özetle değinilebilecek bir-iki detay var: Normalde Letonya’yı yenmeye sıradan bir Burak günü, sıradan bir Arda koşusu, sıradan bir Ozan şutu ya da bir Oğuzhan frikiği yetebilir. Yeter ki bizim çocuklara o günün sıradan olduğunu hissettirebilin. Bir önceki nesil, yani Hakan Şükürler, Emreler, Alpaylar motivasyon çalışmalarına çok daha tutkuyla yanıt verebilen gençlerdi. Çünkü zaten onlar büyüklerinin yanında bacak bacak üstüne atmamış, anne-babadan korkmuş, öğretmenden dayak yemiş nesildi kabul edelim. Metazori çalışmak, onlar için sıradandı…
Oysa bu nesil, öyle bir nesil değil. Bu çocuklar, büyükleriyle daha farklı, daha rahat iletişim kurdular. Bir kıza mahalle pastanesinde çay içme teklifi yapmak için iki ay düşünmediler, bir cep telefonu mesajı yetti! Bireysel yetiştiler, bir oyun konsoluyla bir hafta geçirebildiler. İnsana çok daha az ihtiyaç duyan, daha materyalist ve daha özgür bir nesil bu. Bu çocukları motivasyon unsurlarını şişirerek sahaya sürmek imkansız gibi. Ya da ters tepecek bir yöntem bile olabilir bu. Oğuzhan’ı gererseniz değil, rahat bırakırsanız en iyi verimi alırsınız bence. Hakan Çalhanoğlu’na rakibi düşünmesini değil, kendini özgür hissetmesini salık vermelisiniz. Sanırım tecrübeli koç Terim’in bu jenerasyonla iletişimde eski metotları değil yenilerini kullanması gerek. Letonya’ya karşı 5’inci dakikada gol kaçırınca dünyası yıkılmamalı bu çocukların. Gülüp tekrar deneyebilmeliler.
Zayıf rakipleri alt edememenin ikinci büyük sebebiyse, futbolun çağdaş trendleriyle ilgili. Televizyondan hepimiz yakinen izliyoruz, büyükler küçüklerle senede yüzlerce maç yapıyorlar. Barcelona Getafelerle, Bayern Münih Hannoverlerle, Juventus Empolilerle oynuyor durmadan. Ve her büyük takım kilitle karşılaşıyor, her küçük takım imkanları dahilinde kapanıyor. Yani ne kapanan ilk takım Letonya, ne de kilit açmaya çalışan son takım biziz dünyada… Barcelona senede 30 kere, Bayern Münih 25, Dortmund 20 kere veriyorlar bu tarz sınavları.
Ama her büyük, her küçüğe karşı aynı yöntemi benimsemiyor. Bizim Letonya önünde yaptığımız gibi 90 dakikanın 90’ında da maaile saldırıp, her an kaos üretmeye çalışmıyor. Kaleye 100 şut atmak, 40 pozisyon üretmek zorunda değilsiniz bazen. Yenmenin tek yolu, 90 dakika hücum etmek değil. Alternatif yollar da bulmalısınız arada sırada.
Barcelona’nın Devler Ligi finalinde bir savunma dehası olan Juventus’a bir boş kale, bir de (durum berabere iken) kontra atak golü atması enteresan değil mi? Ya da bu sezona 8 resmi maçta 30 golle başlayan Dortmund’un en az 6-7 sayıyı boş kaleye atabilmiş olmasına ne demeli? Dortmund’un da rakipleri 10 kişiyle savunma yapıyorken, onların boş kaleye atabilecek fırsatları yaratması, başka bir düşünce biçiminin temsili değil mi sahi?
Sanırım o düşünce biçimi de şu: Bazen oynamak için oynamamalısınız. Açıklar bulmak için sakin kalmalısınız. Her dakikayı topa sahip olup kaos üretmek için değil, bazen de orta vadeli planlar için değerlendirmelisiniz. Alman medyası, Klopp’un Dortmund’unun orta sahada bilinçli top kaptırıp, hemen geri kazanıp rakibi hazırlıksız yakalayarak goller attığını yazıyorlardı mesela. Tuchel’in Dortmund’u da ekstra paslarla öldürüyor rakiplerini. Bayern Münih, kornerleri paslaşarak kullanarak rakip savunmanın hazırlığını işlevsizleştiriyor. Real Madrid, yay üstünde faul kovalıyor. Van Gaal’in Hollanda’sı Dünya Kupası’nda topu rakibe verip kontra atak bekledi birçok maçta. Sanırım bizim milli takımın yapamadığı bu. Faydacı davranamıyoruz. 90 dakika topla oynayıp 90 pozisyon üretmekten başka bir şey yok kafamızda. Oysa maçlar bazen 30 pozisyon-1 golle değil, 3 pozisyon-2 golle kazanılıyor.
Umarım Fatih Terim, son maçta içeride garantilemiş İzlanda önüne, yeni planlar yapmış olarak çıkar. Sadece 90 dakika topa sahip olup, rakip yay çevresinde boşluk aramak için değil.
Facebook
Twitter
Pinterest
Instagram
YouTube
RSS