Ekim 2008’le Eylül 2009 arasındaki yaklaşık 11 aylık süreçte milli takımın yapacağı sadece 2 resmi maç var. D.Kupası 2010 elemelerinde şu anda ilk “5 buçuk aylık ara”nın içindeyiz, 28 Mart-1 Nisan’da 2 kez İspanya’yla oynayıp ikinci “5 buçuk aylık ara”ya gireceğiz. Bu takvimdeki ilk 5 buçuk aylık boşluğu çok verimli geçirdiğimizi söylemek zor. Uzun bir süre Terim’in sözleşmesinin 2012’ye uzatılıp uzatılmayacağı konusu gündemde kaldı, henüz 2010 elemeleri yeni başlamışken bu görüşmelere niçin gerek görüldüğü açıklanmadı… Eğer grup maçları sonunda play-offa kalınamaz ve Terim yıpranırsa iki taraf devam etmek isteyecek miydi; ya da Dünya Kupası’nda milliler ikinci bir yarı final başarısı yakalar, Terim de Chelsea’den/Milan’dan transfer teklifi alırsa zorla mı tutulacaktı, kimse anlayamadı.
Terim’in iki takımı çalıştırması mevzusunu da geçemedik aylarca… Son 5 turnuvada 3 farklı hocayla 3 kez çeyrek final görmüş, bu alanda dünyada sadece Portekiz’e geçilmiş, son 6 yıldaki FIFA sıralaması ağırlıklı olarak 5-15 aralığında seyretmiş ve marka değeri tavan yapmış bir ulusal takımın hocası kim olursa olsun, aynı anda bir kulüp takımı çalıştırması son derece anlamsızken… Ayrıca TFF’nin “müsaade ederiz” dediği hiçbir kulüp (Chelsea, R.Madrid, Milan vb.), hiçbir hocasının, hiçbir şekilde ikinci bir görev almasına izin vermeyecekken, böyle sanal bir gündemle meşgul olmamız da garipti.
F.Terim’in maaşı tartışması da başka bir acayiplikti tabii… Dünya’da bu düzeydeki milli takım antrenörlerinin maaş düzeyi, Terim’in başka bir takımda çalışsa kazanacağı rakamlar belliyken, hatta Süper Lig’deki orta sınıf bir çalıştırıcının bile fiyatı hatrı sayılır düzeylerde dolaşırken, TFF kendi gelir-gider dengesini kurmuş özerk bir yapıya sahipken, bu konuda TBMM’ye soru önergesi veren milletvekili bize ne anlatmak istedi, anlayamadık yine.
Dört gün
28 Mart ve 1 Nisan’daki, yani yalnızca 4 gün içindeki 2 maçtan 2’nin üstünde puanla ayrılırsak muhtemelen sonraki 5 buçuk ay da verimsiz tartışmalarla geçecek. O 4 günden puansız çıkarsak bu kez de “dünya başımıza yıkılmış, dibe vurmuş” gibi davranacağız ve belki mevcut kazanımlar da heba olacak. Öyleyse bu 4 günün uzun vadede bize cennet/cehennem etkisi yapmasına izin vermeden, ikinci 5 buçuk aylık dönemde neler konuşacağımızı bugünden etüt etmek gerek.
Mesela milli takım kaptanının değişmesi, önemli bir mesele… Kaptanlık bandı Emre’nin kolundan çıkarıldıysa, bu görevi muhtemelen önümüzdeki 5-10 yılda yapacak sporcu için daha boyutlu düşünülmeli. Evet Tuncay, Zürih Opera Evi podyumunda fair-play ödülümüzü teslim almak için harika bir model, ama mesela Mesut Özil’in ve milli takım seçme konusunda sıkıntı yaşayan onlarca yetenekli gurbetçimizin o sahnede Hamit Altıntop’u görmesinin ne kadar etkileyici olabileceğini düşündük mü hiç? Bu çocukların kaptanlık yapma şansının sıfıra yakın olduğu Almanya/Hollanda/İsviçre milli takımları yerine Hamit’in bandını teslim alabilecekleri Türkiye formasını tercih etmeleri konusunda tetikleyici olmaz mıydı böyle bir jest?
Almanya’da doğmuş veya Belçika’da/Fransa’da bütün ömrü geçmiş 19-20 yaşındaki çocuklara bu formayı giydirmek için “Ay-yıldızın pazarlığı yapılmaz, bu renkler kutsaldır”dan daha fazlasını söylemek gerek bu 5 buçuk ayda… Hamit’e en azından ikinci kaptanlığı vermeyi, Avrupa’da 4 bürodan daha fazlasını açmayı, o topraklara hakim Erdal’dan, İlyas’tan, Uğur’dan, Ümit Özat’tan yardım almayı konuşmamız lazım. Alt yaş gruplarından da daha fazla verim almayı tartışmalıyız artık… Terim ve Pro-Ge ekibi boş durmuyorlar, bu oyuncular üstünde harika analizler yapıyorlar biliyoruz, ama artık her yıl bir başka ümit milli takım hocasını Süper Lig’e gelin etmemeyi konuşmalıyız şimdi… Onlarla iyi sözleşmeler yapmayı, daha iyi maaşlar vermeyi, belki de tazminat maddeleri koymayı, böylece A takım teknik direktörü değişse bile değişmeyecek altyapı hocaları kazandırmayı planlamalıyız ülkeye bu beş buçuk ayda…
Tabii hazırlık maçlarını da gözden geçirmeliyiz bu boşluklarda… 2012 Dünya Kupası torbalarını belirleyecek FIFA sıralamasının artık özel maçları değerlendirmeye kattığını unutmadan… Mesela 9’uncu Rusya’yı yenmenin, 101’inci Avusturya’yı yenmekten yaklaşık 2 kat fazla puan kazandırdığını… Ve Avrupalı bir ekiple oynamanın, 11 Şubat’ta karşılaşacağımız Fildişi Sahili’nden %15 avantajlı olduğunu konuşmalıyız bu aylarca sürecek uzun periyotta…
Milli takım bir kulüp değil, Terim bu kulübün sözleşmeli hocası, Özgener de bu kulübün başkanı değil… Bu çok akıllı/yetenekli iki adam bu milli görev için buluşmuş, kamuoyunun koşulsuz desteğini/güvenini arkalarına almışken, ülke futbolunun geleceğini planlamaz, ulusal takımı kişilerden bağımsız kurumsal bir yapıya dönüştürmezlerse, tarih kitapları (ve gelecek nesiller) onlardan bu yılların hesabını soracaktır… O yüzden bırakalım İspanya maçlarını da, sonrasına bakalım artık.
Facebook
Twitter
Pinterest
Instagram
YouTube
RSS