Skibbe geçen sene kampa 7 PAF takım oyuncusunu, Semih, Erhan, İrfan, Anıl, Ahmet, Murat ve Sinan’ı götürdü. O dönemde Euro 2008 yarı finalistleri E.Aşık, Sabri, E.Güngör, H.Balta, M.Topal, Arda, Ayhan (ve sakat Servet) ortalıkta yoktular; Skibbe de hazırlık döneminde bu PAF takımı oyuncularından (ve de Aydın, Yaser, M.Güven, Alpaslan ve Ferdi gibi gençlerden) faydalandı çok yoğun biçimde.
Lakin sezonun ilk maçında, Steaua önünde bu adamlardan sadece ikisi (rövanşında da yalnızca biri) ilk 18’delerdi. Bu 12 adam toplam 12 dakika şans bulamadılar bu iki maçta. Kampın yıldızı, Skibbe’nin her maçta sağ bekte kullandığı Erhan’dı; Steaua karşılaşmalarındaysa o mevkide E.Güngör ve Linderoth oynadılar! Sanırım ikinci maçta sağ bekte Linderoth’un yerinde Erhan oynasaydı, hiç kimse bundan daha kötü bir sonuç olacağı düşüncesinde değildir.
S.Bükreş kadro tercihleri tamamen sembolik bir örnek, bir Türkiye klasiği… Hep “Yabancı oyuncular lehinde ayrımcılık yapılıyor”, “Avrupa’nın en yetenekli gençleri Türkiye’de ama forma şansı bulamıyorlar” gibi mavralar atılır bu ülkede… Ama gelin görün ki televizyonda “Yerli hocalara yeterince şans verilmiyor” şikâyetini dillerinden düşürmeyen teknik adamlarımız da dahil, hemen hemen hiçbir antrenörün Türk futbolculara o şansı verdiğine şahit olmadık. O yüzden Skibbe’nin de Steaua tercihlerine şaşırmadık… (Aslında son yıllarda öyle bir koşullandık ki, bu ülkede herhangi bir şeye şaşırmayı da unuttuk!)
* *
Şimdi kavruk tenli/kıvırcık saçlı, ne dediğini/ne düşündüğünü henüz tam olarak anlamadığımız bir adam geldi Türkiye’ye. Rijkaard diye bir adam… Öyle “Yerli oyunculara yeterince şans verilmemesi” gibi bir derdi de yok. Türk milli takımının geleceğini filan da umursadığını sanmıyorum. Muhtemelen bütün meselesi bir sonraki maçı galip bitirmek, Galatasaray’la olan sözleşmesi boyunca kupalar kazanmak ve büyük liglere dönmek olan bir adam.
Bu adam, yeni takımının başında çıktığı ilk resmi maçta, yaş ortalaması “20 buçuk” olan bir forvet üçlüsü sahaya sürüyor. 1990 doğumlu Serdar’la, 91’li Emre Çolak’ı Kazakistan’a götürüyor. Büyük bir ihtimalle İstanbul’a gelmeden önce adını en iyi bildiği Galatasaraylıyı, Milan Baros’u kenarda oturtuyor. Sanırım bu tercihinin nedeni Baros’u tanımaması ya da kariyerinde ilk kez bir Avrupa kupası maçına ilk 11’de çıkan Erhan’ın Baros’tan daha çok gol atacağına inanması değil… O da, 1988 doğumlu heyecanlı çocuklar Aydın’la Yaser’in, takımın 10 numarası ve kaptanı Arda’dan daha iyi iş yapamayacaklarını muhtemelen biliyor. Ama belli ki, bu Şampiyonlar Ligi şampiyonu hoca için bir futbol maçının hedefi, yalnızca o gün alınacak 5-0’lık galibiyetten ibaret değil…
O gün Rijkaard o riskleri alıp Tobol maçını 1-0 kaybedebilirdi (Ki bu sonuç turu kaybettiği anlamına da gelmeyecekti). Ama onun maçı kaybetse bile kaybetmek istemediği başka şeyler var galiba: Futbolcuların, hocanın adalet duygusuna inancı gibi… Oyuncunun genci/yaşlısı, yerlisi/yabancısı, siyahı/beyazı olmadığı; iyi/kötü, formda/formsuz diye ayrıldığı gibi… Kampta daha çok çalışanın, daha iyi performans verenin oynayacağına olan itimadı gibi… Belki de Rijkaard, Tobol maçı kadrosuyla 2010-11 sezonu kampına yatırım yaptı (Çünkü gelecek yaz kampta kendini gösteren oyuncu, formayı alacağını bilecek). Belki de Rijkaard, Tobol maçı kadrosuyla gelecek yıl A takıma çıkmaya hazırlanan 91-92’li gençlere yatırım yaptı, çünkü onlar da artık yeterince iyi olurlarsa Baros’la Kewell’la birlikte oynama şansları olduğu hayallerini kuracaklar.
* *
Rijkaard, ilk 11’de Arda ve Baros’la başlayıp Tobol’u 5-0’la geçebilir, Avrupa medyasında birinci haber olabilirdi. Ama galiba bu kıvırcık adam, futbolda her şeyin bir maçı 5-0 kazanmaktan ibaret olmadığını düşünüyor. Ve bence çok da iyi yapıyor…
Facebook
Twitter
Pinterest
Instagram
YouTube
RSS