Yağmurlu, kasvetli, gri bir pazartesi günüydü. Anadolu yakasındaki evimden Bağcılar’daki gazeteye iki saati aşan bir servis yolculuğuyla gelmiştim. Kahvaltı edememiştim, açlıktan olacak, hafif hafif de başım dönüyordu… Yerimden 5 dakika kalkıp aşağıda bir şeyler atıştıracak vakti de bulamamıştım; çünkü bir-iki stajyer arkadaşımla birlikte 24 sayfalık bir ilaveyi saat 6’ya yetiştirmemiz gerekiyordu her pazartesi… Üstelik o gün işlerimiz biraz aksak gitmişti, keyfim de yoktu o yüzden.
Kafamı bilgisayardan pek kaldıramadığım için yanımdan gelip geçenin kim olduğunu da fark edemiyordum. Onu da fark etmemiştim ki, aniden o tok sesiyle irkildim:
-Evlat!
(Onun için “evlat” sözcüğünün sıradan bir seslenme biçimi olmadığını yıllar sonra öğrendim tabii. Sevgisini göstermede de ustadır, sana evlat dediğinde kendini gerçek evlatları Kibele veya Ayla’ymış gibi hissedebilirsin bir an. Genel olarak sevdiği ama o an için kızdığı gençleri de, “Benim için hâlâ evlattır” diye tanımlar, bir hatası için evlatlıktan çıkarmaz)
Saatlerdir içine daldığım monitörü bırakıp aniden kafamı kaldırdım, koskoca adamın ağzı kulaklarındaydı, sanki bir dakika önce çok mutluluk verici bir haber almış gibi gülümseyerek devam etti:
-Seni gazetenin ilavesinden takip ediyorum, yazdıklarını çok beğeniyorum. Meraklı olduğunu bildiğim için yurtdışı seyahatimden sana bir kitap getirdim.
Artık benim de ağzım kulaklarımdaydı. Belki de daha yukarıda… Bilemiyorum. Yazılarını hayranlıkla okuduğum ve öykündüğüm o efsanenin yüzüne bakakaldım, kitabı da almayı unuttum zaten elinden. Masama bıraktı usulca, Gillette’in hazırladığı, 500 küsür sayfalık, halen kütüphanemin en değerli köşesinde duran o almanağı…
“Hadi ben seni fazla tutmayayım. Cem’e (Şengül) seni soruyorum, hep ne kadar yoğun çalıştığını söylüyor zaten. Arada telefon aç, muhabbet edelim”di sanırım son sözleri… Çok iyi hatırlayamıyorum, çünkü gerçekten çok şaşırmıştım, heyecanlanmıştım, duygulanmıştım.
Attila Ağbi’yi işte o gün tanıdım. Hâlâ her “evlat” diyişinde heyecanlanmam da belki o yüzdendir. Her Çarşamba, onun usta bir nakkaş edasıyla kaleme aldığı her yazısını okuduğumda da o heyecanı duyarım. Bu “nakkaş” benzetmesini öylesine yapmadım, çünkü gerçek nakkaşlar gerekirse yaptıkları resmin altına imza atmazlar, hatta resmi kimin yaptığının anlaşılmaması için belirgin bir üsluba bile sahip olmaktan kaçınırlar.
Belki o yüzden, Attila Ağbi’nin çok yakında, son 2-3 yıl içinde ürettiği birçok çağdaş eser gençlerin gözünden kaçmış olabilir… Türk sporseverler, Vera Caslavska’yı, Bob Beamon’ı 2007’de onun kaleminden tanımışlardır. Merve Terim’in babasına verdiği o muhteşem hediyeyi Attila Ağbi yazmasaydı, bugün hiçbirimiz 4 Eylül 2008 tarihli tek kopyalık La Gazzetta’dan haberdar olamayacaktık. Ve bu sezon, Bank Asya 1. Lig play-offlarının “mini lig usulü” oynanacak olmasını da yine Attila Ağbi’nin parlak zekâsına borçluyuz.
Siz onun adının Bahçelievler’de bir parka verilmesine bakmayın, belki bu jestten en az mutlu olanlardan biri odur. Çünkü onun bir park olma sevdası yoktur, hâlâ her sabah 8’de kalkıp işine heyecanla giden tecrübeli bir fidandır o.
Saat 10’da Öztürk Ağbi’yle birlikte yaptıkları o programdaki tek derdi de, genç fidanları sulamaktır. Çünkü bu meslekte onu tanıyan herkes bilir ki, o fidanlar boy attığında, onlardan daha fazla havaya sıçrayacak olan yine Attila Ağbi’dir.
Facebook
Twitter
Pinterest
Instagram
YouTube
RSS