Fenerbahçe’nin koskoca son 10 yıl içinde Avrupa’nın üst düzey takımlarıyla yaptığı maç sayısı toplamda 20’yi geçmez: 2’şer kez Barcelona, M.United, Milan, Schalke, Alkmaar, 4 kez Lyon, bir de Inter var sanırım…
Oysa Sevilla, sadece kendi liginde her sezon ikişer-üçer kez oynuyor R.Madrid’le, Barcelona’yla, Valencia’yla… Üstelik son üç yılı da UEFA, Ş.Ligi ve Süper Kupa arenalarında Milan’la, Arsenal’le, Tottenham’la baş ederek geçirmişler. Yani bu düzeydeki maçlara, atmosferlere Fenerbahçe’den kat be kat alışıklar.
Rakipleri Fenerbahçe’nin uluslararası performansı son derece zayıf, tarihlerinde UEFA’da en üst düzeye geçen yıl, Şampiyonlar Ligi’nde bu yıl çıkmışlar. Kulüp tarihinde Avrupa’da en fazla maç da zaten son iki sezonda oynamışlar (Geçen yıl 12, bu yıl 10 maç)… Şampiyonlar Ligi’nde hiç eleme turu kurası görmemişler, zaten bu lig sürprize pek açık değil. Geçen yıl son 16’daki takımların 12’si bu sene de gelmişler Nyon’daki kura çekimine. Son 5 yıldaki 20 yarı finalistin 18’i, “3 aristokrasi (İngiltere, İtalya, İspanya)” ve “3 de burjuvazi (Bayern, Lyon, PSV)” çemberinden dışarı çıkmamış. Mâlum, Sevilla bu çemberin içinden bir takım, Fenerbahçe ise değil…
Top da onların
200 milyon euroluk Sevilla, ilk maçta Kadıköy’den avantajlı bir skorla dönmüş, Barcelona’ya bile göz açtırmadıkları sahalarındaki maça da rüzgar gibi, iki golle başlamışlar. Rakip Fenerbahçe, iki kez filelerine giden o “Adidas finale” topuna bile alışık değil, çünkü o topla ancak belli turları geçebilenleri oynatıyorlar. Yani saha onların… Top da onların… Türk seyircisi, sporcusu, antrenörü, spor yazarı, herkes böyle durumlara hazırlıklı. Maç sonunda hocayı, futbolcuları, hakemi suçlamaya hazırız hep birlikte.
Ama Fenerbahçe kulübesinde bu bahanelere alışık olmayan birisi var. Yenilgiyi kabullenmeyen, isyan eden… Üstelik isyanını, eğilmeden bükülmeden, bilimsel ve sportmen metotlarla sporcularına geçirmeyi başaran birisi…
Sarı-lacivertlilerin başında 22 Avrupa Kupası maçına çıkmış, bu durum başına tam 7 kez gelmiş, 2 Kiev, 1 Randers, 1 Frankfurt, 1 AZ Alkmaar, 2 CSKA maçında geriden gelmeyi, yani Fenerbahçe’nin en zor yaptığı şeyi başarmış. Üstelik bu sezon Şampiyonlar Ligi arenasında manşetlere çıkarken, Volkan, Uğur Boral, Gökhan Gönül, Semih gibi Türklerle, Avrupa kariyerleri kısıtlı Güney Amerikalılar Alex, Lugano, Edu başrol oynamışlar… Bir bakıma Eurovision’da dereceye girilmiş, ama bir rock veya pop şarkısıyla değil, içinde yerel ezgileri de olan, kusursuz ney ve bağlama çalınmış bir modern parça ile… Bu başarılı orkestrayı ise gençliğinde o enstrümanları çaldığında dünyanın kendisine hayranlık beslediği bir virtüöz, Zico yönetmiş.
Tüketmemek gerek
Şefle ekip arasında harika bir uyum sağlanmış, iki taraf birbiriyle aynı kalibrede. Hem şef hem de orkestra başarıya açlar ve uluslar arası arenada boş sayılabilecek cv’lerini birlikte dolduruyorlar. Dünyada hangi ekip böyle bir şef bulsa, onunla ömürlük sözleşmeler yapmak, uzun vadeli planlara kalkışmak ister. Altyapısını kuvvetlendirmek, Şampiyonlar Ligi’nde bir daha son 16’lar/son 8’ler görmek, yeni Alex’ler yeni Gökhan’lar bulmak… Başarının devamlılığını sağlamak. Sadece 7 yıl önce bu noktaya gelmiş Galatasaray gibi çabuk tüketmemek…
Bugünlerde Zico’nun sözleşmesinin 1 yıl uzatılacağını yazıyor gazeteler. Bir de yardımcısı Edu’nun gönderildiğini. Ancak Şampiyonlar Ligi’nde finaller görmeye alışık bir kulüp yapabilir bunu. Bir de belki, 44 yıldır Avrupa kupalarında çeyrek final görmemiş, ama her hocaya “Neden Avrupa şampiyonu olamadın” diye hesap soran bir kulüp… Bugünlerde “Birinci geleneksel Şampiyonlar Ligi çeyrek finalleri kutlaması” yapan bir kulüp yani…
Eğer bu haberler doğruysa, önümüzdeki 10 yıl boyunca (Lucescu örneğindeki gibi) Zico’yu geri getirmeye çalışırız Türkiye’ye. Ama o gelmez, gelemez, zira kendisine 1 yıllık değil, uzun vadeli güvenilen bir başka kulübü kalkındırmakla meşgul olacaktır o süreçte…
Facebook
Twitter
Pinterest
Instagram
YouTube
RSS